Bayram Ali Öztürk Hocaefendi

 

Şehadetinin sene-i devriyesinde Şehid Bayram Ali Öztürk Hocaefendi'yi hayır, minnet ve şükranla yâd ediyoruz.

 

Şehid Bayram Ali Öztürk Hocanın Hayatı

Çocukluğu ve Ailesi

Öztürk ailesi, Of’un Sivrioğulları sülalesine mensuptur. Daha önceden Türkmenistan’dan Konya Karaman’a oradan Trabzon Akçaabat’a sonra Of ardından da Sakarya’ya göç etmişlerdir. En eski büyükler ise Azerbaycan’dan gelmedir. Bayram Ali Öztürk’ün dedesinin babası Kasım Öztürk, dedesi Hamit Öztürk, babası ise Mehmet Ali Öztürk’tür.

Hamit Öztürk iki hanımla evlenmiştir. Bilal Öztürk ve kardeşleri Ülfi Hanım’dan, Mehmet Ali Öztürk ve dört kız kardeşi ise Ayşe Hanım’dan dünyaya gelmiştir. Hamit Öztürk’ün ikinci kez evlenmesi üzerine Mehmet Ali Öztürk dört kız kardeşini de alarak 1940’lı yıllarda Sakarya’nın Akyazı ilçesine göç eder. Hamit Öztürk ise daha sonra Sakarya’ya gelerek ve çocuklarıyla görüşür ve oraları beğenmesi üzerine Trabzon’daki hanımı ve çocuklarını alarak 1945 yılında o da yerleşir. Mehmet Ali Öztürk ekonomik sebeplerden ötürü Akyazı’dan Karasu’ya göç etmiştir. Karasu’da ormandan ağaç kesip, odunculuk (marangozluk) yaparak geçimini sağlardı. Köyde sözü dinlenen, sayılan, babayiğit, lider vasıfları olmasının yanında; Sakarya nehrinde ani bir taşkın olması üzerine, hayvanları nehirden sandalla kurtarmasıyla da pehlivanlık yönü kuvvetli bir insan olduğu bilinmektedir. İlmi tahsili konusunda bir bilgimiz mevcut değildir, ancak ibadetlerini yerine getirip, aksatmamaya dikkat ederdi.

Mehmet Ali Öztürk’ün Hatice Hanım ile evliliğinden Havva, Zinnure ve Bayram Ali adında üç çocuğu olmuştur. Küçük yaşlarda Havva Sakarya nehrine, Zinnure ise turşu kazanına düşerek vefat etmişlerdir. Bayram Ali Öztürk 1 Mart 1952’de Sakarya Karasu’nun Konacık köyünde doğmuştur. (Bir rivayete göre bayram günü başka bir rivayete göre ise annesinin babasının -dedesinin- ismi Bayram olması hasebiyle adı Bayram koyulur). 5 ay sonra ise ağustos ayında babası Mehmet Ali Öztürk 22-23 yaşlarında irsî olan porfiria hastalığına yakalanmış, odun keserken bacağını kesip yaralanması sonucu ise ağırlaşmış ve vefat etmiştir. Kabri Karasu’nun Konacık köyündedir. Henüz beş aylıkken yetim kalmasının ardından iki yıl sonra da annesinin tekrar evlenip evden ayrılmasıyla yetim ve öksüz kalan Bayram Hoca’ya, iki-üç yaşlarından itibaren çocukluk yıllarında hâlâ Sakarya’da ikamet eden halası Kâniye Hanım ve babaannesi bakmıştır. On iki-on üç yaşlarından itibaren evlenene kadar ise şehirde okumak için yanında kaldığı amcası Hacı Bilal Öztürk babalık yaparak onu okutmuştur.

Kâniye Hanım Bayram Hoca’nın çocukluğuna dair bilgileri birkaç cümleyle şu şekilde ifade eder: “Yaramaz bir çocuk değildi. Bir tek bana gelirdi. Annesi evlenince Bayram Ali Hoca’yı vermediler ve babasının tarafında kaldı. Evlenene kadar da yanımdaydı. Yazları benim yanımda kışları amcasının yanında kalırdı. Vefat ettiğinde içimde bir darlık oldu, bunaldım. Bana “halaların halası” derdi. Babası vefat ettikten sonra hep kafası eğikti. Garipliğini hissettirdi. Doğru düzgün güldüğünü hiç görmedik.”

Amcası Hacı Bilal’in oğlu Mahmut Öztürk, çocukluk yıllarını şöyle anlatır: “Hacı Bilal’in dört oğlu vardı. Bayram Hoca’yla da birlikte beş erkek olup, kardeş gibi büyüdük. Annem bizi nasıl yıkıyorsa onu da öyle yıkardı. Çok büyük emeği var. Hiçbir ayırım yapmadan birlikte büyüdük. Bayram Hocanın Sakarya’daki arkadaşları sayılıydı. Arkadaş edinme gibi bir durumu yoktu. Okuldan gelir kitaplara gömülür kafayı kaldırır okula giderdi. İkili ilişkileri pek yoktu. Babam bize nasıl davranıyorsa ne alıyorsa ona da almasına, aynı şekilde davranmasına rağmen ondaki yetimlik izleri hiçbir zaman üzerinden kalkmadı. Bu yüzden havalı bir çocukluğu ve gençliği yoktu. Daima kafası eğik hiç kimsenin işine karışmayan durumu vardı. Normal olağan bir çocukluk yaşadık. O yüzden farklı, özel olarak pek bir anımız yok. Biz 1966 senesinde babamızın yanında yardımcı olmak için ticarete atıldık. O okumaya devam etti. O yüzden sadece sabah kahvaltıda ve akşam yemeklerinde birlikte oluyorduk. Sonra oturup ders çalışırdı. “Kütüphane mi olacaksın” derdik, gerçekten kütüphane oldu. Eşiyle Kâniye halası vasıtasıyla tanıştırıldı ve evlendi. Çok iyi geçim sağladılar, evlilikleri oldukça sağlamdı.”

1971 yılında Adapazarı’nda askere gitmeden önce Fatma Hanım’la 19 yaşında evlenmiştir. Üniversiteyi bitirmeye yakın Mahmut Ustaosmanoğlu’na mektup yazarak mezun olduktan sonra ne yapması konusunda danışır ve bu görüşme sonunda İstanbul’a gelmesi tavsiyesine uyar. Bir süre küçük bir pazarda vekil imamlık yaptıktan sonra 1978-85 yılları arasında Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde kadrolu olarak göreve başlar. Görevini, lojmanı olmayan camisine Fener’de oturduğu evinden yürüyerek sabah namazında gidip yatsı namazından sonra dönerek yapmıştır. Bu esnada 30 yaşında çektiği yokluğa rağmen marul ekmek yiyerek hafızlığını da bitirmiştir.

1985 yılında tayinini istemesi üzerine İstanbul Karagümrük’teki Draman Kara Ali Camii’nde görevine devam edip oradan emekli olmayı amaçlamasına rağmen 28 Şubat sürecinin etkisiyle 2000’li yıllarda tayini çıkarılması üzerine Arnavutköy Hacımaçlı köyünde görevine devam eder. Ardından sınava girerek tekrar tayinini istemiş ve 2001’de Küçükköy’deki Mevlana Camii’nde bir yıl kadar görev yapıp 2002’de emekli olmuştur.

Ayşe, Mahmut, Hümeyra olmak üzere üç çocuğu ve Betül, Metin Ali, Kevser Nur (Ayşe); Bayram Ali, Mehmet Ali (Mahmut); Muharrem Ali (Hümeyra) olmak üzere altı torunu vardır.

Çocukluğunda başlayıp ilkokuldan bu yana sürekli kitap biriktirmiştir. Evlilik takılarını bile kitap almak için satmaktan çekinmez. Annesi babası olmadan büyüdüğü için “Kürsüde kükreyen sokakta kedi gibi olan” tabiri insanlar tarafından atfedilen lakabıdır. Üzerinde hep hakirliği, ezikliğini hissetmiştir.

Bayram Ali Öztürk, 3 Eylül 2006 Pazar sabahı 07.30’da İsmailağa Camii’nde verdiği vaazın ardından dua ederken, hala kesin olarak belirtilmeyen bir sebeple Mustafa Erdal adlı kişi tarafından kalbinden bıçaklanarak şehid edilmiştir.

Tahsil Hayatı

İlkokul ve liseyi Sakarya’da okuyup, İmam-Hatip lisesini ise dışarıdan bitirir. Mezun olduktan sonra Adapazarı Kuruçeşme köyünde vekil imamlık yapar. Evlendikten sonra 1973 yılında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’nü kazanarak üniversiteye başlar ve 1978’de mezun olur.

Ahmet Vanlıoğlu, Ruhi Özcan, Sadrettin Yüksel, Halil Günenç, Mehmet Savaş, Mehmet Tavaslıoğlu, İsmail Cerrahoğlu, M. Tayyib Okiç, Mahmut Ustaosmanoğlu gibi okul ve okul hayatı dışında değerli hocalardan ders almıştır. Okul arkadaşları; Faruk Beşer, Mehmet Ali Şahin gibi değerli hocalarımızdır.

Okulda tefsir hadis okumasının yanı sıra kendi okumaları fıkıh üzerinedir. Tasavvufa yönelince ise İmâm-ı Rabbânî’(Kuddise Sirruhû)’nun Mektûbât’ını merkeze almış ve bu yönde okumaları ve çalışmaları olmuştur. Türkçe ve yabancı dillerde okumadığı türde kitap yoktur. Tefsir, hadis, tasavvuf, akaid, fıkıh gibi dini eserlerin yanında; felsefe, psikoloji, sosyoloji, mantık, coğrafya, edebiyat, tarih gibi alanlarda da kitapları mevcuttur. Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Osmanlı Türkçesi ve kısmen Almanca bilmektedir. Yirmi sekiz bin cilt kitabın yer aldığı oldukça kapsamlı bir kütüphaneye sahiptir.

Kütüphanesini arşiv sistemi şeklinde, alanların farklılığına göre düzenler, istediği kitabı mutlaka alır, kitabı 70°lik açıyla tutup “kız çeyizi gibi davranın” diyerek kendisi de haftada iki kere bakımlarını yapmıştır. Ayrıca neyi, nerede bulabileceklerini araştıran hoca ve öğrencilerin de müracaat kaynağı olmuş, üniversitelerden hocaların da gelip bu değerli kütüphaneden istifade ettiği olurdu. Kitaplara ait bilgisi; kitapların neşrediliş tarihi, konuların hangi sayfalarda bulunabileceği, kitabı hangi yayınevinin bastığına dair detaylı ve sistemlidir. Yabancı isimleri hiç unutmaz, okuduğu kitabın ilk seferde ¾’ünü ikinci okuyuşunda ise tamamını nakledebileceği hafıza ve yeteneğe sahiptir. Aynısından iki tane olması şartıyla kitaplarını hediye etmeyi de sever.

Hacı Bilal’in oğlu Mahmut Öztürk, Bayram Hoca’mızın kitaba olan düşkünlüğünü şu anısıyla anlatır: Okulu bitirmeden önce bir gün telefon açtı ve bize: “Burada bir kütüphane var, sahibi de vefat etti. Bana para gönderin de bu kütüphaneyi alayım” dedi. Bizde yolladık ve kütüphaneyi aldı. Aradan bir iki ay geçtikten sonra geri dönmesi için arabayla biraderi gönderdik. Arabanın üzerinde bir somya yatak ve mutfak gereçleri olan bir koli vardı. Geri kalan hepsi yaklaşık beş ton kitap kolisiyle doluydu. Bir meseleyi söylediği zaman kitabın ismini ve sayfasını verirdi. Babamdan birlikte harçlık alırdık. Biz parayı ıvır zıvırla (boş şeylerle) bitirirdik o ise kitap alırdı.”

Hocası Mahmut Ustaosmanoğlu Efendiyle tanışması şöyle olur: Hacı Bilal Efendi Adapazarı’ndan İstanbul’a Mahmut Efendi’nin elini öpsün diye, Bayram Hoca’yı onun sohbetine getirir. Mahmut Efendi başını okşar ve “Bu çocuk büyüyecek ve İsmailağa’da Mektûbât okuyacak” der. Asıl intisabı ise üniversiteden mezun olduktan sonra Mahmut Efendi’nin isteği doğrultusunda 1978 yılında İstanbul’a yerleşmesi ve sil baştan medrese eğitimine başlaması ile olmuştur.

İstanbul’a geldikten sonra İsmailağa Kur’an kursu’nda da dersler verir. Mektûbât’ı Arapçadan tercümelerle çok iyi şerh edip, anlaşılır düzeyde olmasını hedef alarak dersler yapar. En büyük hizmeti 1990’lı yıllardan sonra bildiklerini insanlara aktarmasıdır. Hem medrese hem de üniversite mezunu olduğu için edebî ağırlıklı olan mektupları en iyi şerh edebilecek kişilerden birisidir. O mektubun bugüne verdiği mesajları çözebilmek için biçilmiş bir kaftandır.”

Osmanlı hayranı olan ve hürmette kusur etmeyen Bayram Hoca, Tefsir-Hadis bölümü mezunu olarak, lisans tezini Osmanlı âlimlerinden birçok ilim alanında eserler telif eden “Girit’li Sırrı Paşa ve Tefsir İlmindeki Yeri” konusuyla yapmıştır. Tezinde Sırrı Paşa’nın hayatını ve tefsir metodunu ele alan Bayram Hoca konuyu seçme sebebinin mahiyetini önsözünde şöyle açıklar:

“Bizler, gerçek hayat düzenini insanoğluna bahşeden bir dinin mümessilleri, her türlü takdiri ihraz etmiş olan bir milletin torunlarıyız. Ecdadımız ilmin inkişafı için camilerin kandil islerini mürekkep, zeytinyağı kandilini ışık olarak kullanırken, bizlerin onların yüce şahsiyetlerine ve asırlara hükmeden eserlerine yabancı kalmamız çok hazindir. Geçen günler geri gelmez, geçen geçmiştir, zararın neresinden dönülse kardır. Şu uyanma devresinde, onların dünyasındaki benliğimizi tekrar elde edebilmemiz için, onların yürüdüğü yolda yürümekten başka çıkar yolumuz yoktur. O yol da Kur’an ve Sünnet yoludur.

Hakkında çalışmaya karar verdiğim Sırrı-î Giridî de bu zümreden büyük bir zattır. İlmî gayret ve idari faaliyetleri ile her türlü tebcile layık görülen bu büyük şahsiyetin, ulemanın ihtilâfına medâr olmuş bazı meseleler hakkında –istivâ meselesi gibi- derin tahlil, tenkit ve tetkikleri mevcut olup, incelemeye değer hususlardır. Esasen bu mevzuyu tercih ile inceleme ba’is olan sebep de budur.”

Yeterli birikime ve kabiliyete sahip olmasına rağmen Bayram Hoca kitap yazmamasını şöyle açıklıyor: “Oradan buradan toplayıp, içinde kendine ait tek bir bilgi olmayan, sadece para kazanmak için çıkarılan kitaplar mevcut. Sırf para kazanmak için kitap yazılmaz, ayrıca Efendi Hazretleri varken benim kitap yazmam edebe aykırı olur.”

Bu düşünceleri doğrultusunda bireysel kitap yazmamıştır. Ancak arkadaşlarıyla ortak yazdığı iki kitabı bulunmaktadır:

1- Faruk Beşer, Bayram Ali Öztürk, Selahaddin Yıldırım, Hanımlara Özel İlmihal

2- Bayram Ali Öztürk, Selahaddin Yıldırım, Kadınlarla İlgili Kırk Hadis Şerhi ve Fetvalar

Askerlik Hayatı

2 Mart 1981 tarihinde askerliğini Burdur’da yedek subay olarak 4 ay yapmıştır. Terhis tarihi ise 2 Temmuz 1981’dir.

Askerlik hayatına dair anıları, yoğunluğundan dolayı ailesiyle günlük hayata dair sohbet etmeye vakit bulamadığı için mevcut değildir.

Sosyal Hayatına Dair Bilgiler

Ailesinin Bayram Hoca’nın sosyal yaşantısı, ilişkisine dair aktardığı bilgiler şu şekildedir:

Çevresiyle Günlük Hayatı

Oğlu Mahmut Öztürk, vaktini nasıl geçirdiğine dair şöyle söyler: “Babamın hiç boş vakti olmazdı. Eğer vakit bulursa da kütüphaneden çıkar Sultanahmet’te kitapçıları gezerdi. Bir de sıla-i rahim yapar akrabalarını ziyaret ederdi. Sakarya’da annesini amcasını ziyaret eder, kalmadan gelirdi. Tatile gitmezdi. Bir kere ben 15-16 yaşlarındayken Armutlu kaplıcalarına gitmiştik, ayrıca umre ve hacca gitti. Onun tatili kitap okumaktı. Namaz ve sohbet vakitleri dışında evde olduğu her vakti kütüphanede geçiriyordu. Çocukluğundan beri öyleymiş, hiç değişmedi. Namazı kıldırır gelir hemen kütüphaneye inerdi.”

Yolda kedi gibi sessiz sakin yürür, kürsüde ise aslan gibi kükreyip, vaazlarını coşkulu bir şekilde yapardı. “İmamlar peygamber varisleridir” diyerek, mesleğini de severek icra etti.

Titiz ve temizliğine çok dikkat eder her gün yıkanırdı. Abdestsiz toprağa basmaz, gözünü açar açmaz abdest alma alışkanlığına sahipti.

Her şeyiyle bereketli olan Bayram Ali Hoca bir ayakkabıyı altı yedi yıl, kıyafetlerini de değiştirmez uzun süre giyerdi. Sakalı, kıyafetleri her zaman düzgün olur, kuaförde sakalına fön çekilince “beni cici ettiler” derdi.  Kırmızı rengi sevmez, genelde açık renkler tercih ederdi. Müslümanları, karşısındaki eleştirmesin, nefret etmesin diye temiz giyinirdi.

Porfiria, şeker, hipertansiyon başta olmak üzere çok hastalıkları vardı. Porfiria ve şeker hastalıklarının diyetleri zıt olduğundan bir yemeğe, biri izin verse diğeri vermiyor, bu yüzden yemek konusunda çok sıkıntı çekiyordu. Son zamanlarında şeker hastalığından dolayı vücudunda yaralar çıkmıştı. Bu yüzden bazen sohbetlerinde rahatsızlandığı oluyordu. Aslında 1995’ten önce çok sağlıklıydı. Son zamanlarına doğru 2002-3 yıllarında hastalıkları iyice artmaya başladı. 1995’teki hastalığından dolayı yirmi yedi kilolara kadar düşmüştü. Üç hastalık birden ve gözleri de bozulmaya başlayınca sinir sistemi yıprandı. Çok sabırlı, kimseyi kırmamaya ve azarlamamaya dikkat etmesine rağmen biraz daha sert bir insan oldu. Günde üç dört saat uyuyup hep kitap okuduğundan hastalanınca biraz daha istirahat etmesi gerekti. Yine de “Kitaplar benim ailem, çocuklarım” diyerek okumaya devam etti.

Yemeğe her zaman besmeleyle başlar, yavaş ve düşünerek yer; hazır yemek tarzı şeyleri yemezdi. Hastalıklarından dolayı çok sevdiği tatlıyı yiyemez genelde elma, peynir yer; süt içerdi.

Fener’de otururken aldığı kömürleri, işçilere para vermeyip kitap alabilmek için beşinci kata kendi sırtında taşımıştır. Niye böyle yaptın dediklerinde ise “O kitabı almam gerekiyordu, o yüzden kendim taşıdım demiştir.” 1995’e kadar da kendi kömürünü kendisi taşımıştır. (Kömürlük o zamanlar çatıdaymış)

Her gün eve Milli Gazete, Zaman, Vakit gibi yedi tane gazete gelir dünyadaki olayları çok iyi takip ederdi. Başkasının derdiyle dertlenir, gündemini onlar belirlerdi. Sırbistan- Bosna savaşında çok sıkıntılıydı. “Kardeşlerimiz orada yiyecek bir şey bulamaz, sıkıntı çekerken biz bunları yiyemeyiz” derdi. Son zamanlarında Filistin ve Lübnan savaşları için aynı şeyleri hissettiğinden iştahı kaçıyor, yemek yiyemiyordu. Sırbistan savaşına denk gelen bir umresini sadece hurma ve zemzem yiyerek geçirmiştir. Dönüşünde ise porfiria hastalığına yakalanır.

Kadınlardan danışmak isteyenlerle konuşur, eşlerini şikâyet edenlerin aralarında hakemlik yapmıştır.

Her zaman tedbirli ve temkinli olmasının yanında Allah’a karşı tevekkülü de tamdır. Şehit olmasından iki üç ay önce şehir dışına sohbetlere konjonktür müsait olmadığı için gitmesini istemediğini ifade edip bazı uyarı ve isteklerde bulunan oğluna demiştir ki: “Sen işine bak Allah emretmedikçe yaprak kımıldamaz.”

Çocukları çok sever, onlara vermek için cebinde hep şeker bulundururdu. Kendisi hem yetim hem de öksüz büyüdüğü için yetimleri de en iyi anlayacak kişilerdendi. Onlara sürekli üzülür, korur gözetirdi.

Cemaat olarak herkese açıktı, hiç birini dışlamazdı. Siyasî olarak ise Necmettin Erbakan’ı beğenirdi. ‘’Önemli olan bizim başımızdaki insanın beş vakit namaz kılması değil, Müslümanlara sunduğu imkânlardır”, derdi. Açık bir şekilde parti belirtmez, Kur’an’a uygun olarak düşündüğünü seçerdi. Siyasetten ziyade ilmî yönde faaliyetleri vardı. Siyasete yönelik teklifler de geldi ama kabul etmemiştir.

Fakir zengin diye ayırt etmez, ama cemaat arasında fakirlerin hocası olarak tanınır. Zenginler veya çevreden insanlar ona bir emanet verdiklerinde mutlaka yerine ulaştırır. Vefatından sonra açılan sandığında bütün emanetler yazılı bir şekilde kaydedilmiş görülünce yerlerine ulaştırılmıştır.

Bazen şöyle dediği olurdu: “Beni riyakâr ve kibirli zenginler, kendisi kibirli olup konuşmalarımın dokunduğu hocalar, makam mevki sahibi bir takım zevat beni sevmez. Çünkü benim anlattıklarımla onların amelleri arasında dağlar kadar fark var.”

Sert mizacı yoktu ancak İslâm’a leke geleceğini düşündüğü durumlarda gördüğü hatalara göz yummazdı. Yumuşak, dürüst, emin, sözünü tutan, davete icabet eden (riskliyse gitmezdi) yönleriyle her kesim onu sever. “Beni düğünlere derneklere çağırmayın, dertlilerin ağlayanların yanına götürün” derdi.

Gideceği yere genelde yürüyerek gider veya otobüse binerdi. Yolda dik ve seri yürürdü.

Her işini kendi yapar kimseye minnet etmez, bugünün işini yarına bırakmazdı. Yorulunca mehter marşıyla motive olur, galeyana gelir, coşardı. Hastanede yattığı, çok ağrılar çektiğinde motive olmak için mehter marşını söylerdi.

Telefonu, kredi kartı ve bilgisayarı yoktu, kullanmazdı.

Efendi Hazretlerine bir isteği olup olmadığını sorduğunda “Paradan uzak dur”, öğüdüne uyarak, paraya pula düşkün olmayıp hep uzak durur.

Bayram Hoca insanlardan çıkarı doğrultusunda hiçbir zaman para istemez. Ona kendi istekleri doğrultusunda fetva vermek kaydı ile önemli paralar teklif ettiler ancak hiçbirini kabul etmez. Bayram Hoca kendisine edilen bir teklifi şöyle anlatır: “Beni yemekli bir toplantıya davet ettiler. O toplantıya onların tabiriyle kalburüstü kimseler katılmıştı. Benden bir konu ile ilgili fetva vermemi istediler. İstedikleri doğrultuda vereceğim fetva karşılığında bana ve hizmetlerime büyük nakdi yardımlar yapacaklarını söylediler.” Bayram Hoca toplantıyı terk eder ve arkadaşına: “İmanımızı para ile satın alacaklarını sandılar” der.

Arada pikniğe falan gidelim denilse dersim var, işim var der gelmezdi. Bazen kaçamak götürüldüğünde, orada da boş durmaz, Mektûbâtını alır belli bir saat erkeklere, bayanlara ders anlatırdı. Denize girelim denildiğinde “Beni kitapla baş başa bırakın elli yıl hiç durmadan kitap okusam bıkmam” derdi.

Dini Hayatı

Sünnete bağlılığı oldukça kuvvetliydi, teheccüt namazlarını kaçırmadan kılardı. Gece teheccüt namazına kalktığında pijamayla hemen iki rekât kılıp yatayım düşüncesiyle geçiştirmez, merasime gidecekmiş gibi özenle cübbesini, şalvarını, sarığını bembeyaz giyer, sakallarını tarar o şekilde namazını kılardı. 63 yaşından sonra yaşamayı edepsizlik olarak görürdü.

Allah’a, peygambere itaat edenlere, İslâm’a hizmet edenlere o da hürmet ve hizmet eder, “Osmanlı’ya küfredenin dininden şüphe ederim” derdi.

Lisede “Allah’ım bana güzel ses ve ilim ver” diye dua eder, böylelikle sesi gür ve güzel olduğu için Kur’an okumaya önem verir. Hafızlık dersi de almıştır. Her sabah namazından sonra günde bir cüz Kur’an okur, o gün okuyamadığı zaman akşama mutlaka okurdu.

Sık sık kabir ziyaretlerine gider özellikle Edirnekapı mezarlığında Ali Haydar Efendi, Hasbi ve Hızır Hoca’ları, ayrıca Mehmet Akif Ersoy’u, Ömer Nasuhi Bilmen’i bazen de Sakarya’da babasının mezarını ziyaret ederdi. Ankara’ya gittiğinde de ilk uğradığı yer Hacı Bayram-ı Veli Hz.’nin türbesidir. Talebelerine bazen şöyle dediği olurdu: “Anlamadığınız takıldığınız yerlerde gidin Fatih Sultan Mehmet’ten himmet isteyin” aynı şekilde talebeleri de zaman zaman Bayram hocayı türbede elinde kitabıyla görmüşlerdir.

Sadaka vermesini oğlu Mahmut Öztürk şu şekilde anlatır: Bizden habersiz sadaka vererek düzenli ilgilendiği fakir aile ve talebeleri vardı. Şehit olduktan sonra bazı ablalar gelip “Biz şimdi ne yapacağız, bize Bayram hoca bakıyordu, her ay belli bir miktar veriyordu”, demişlerdi. Şehit olduktan sonra o ablaların gelmesiyle haberimiz oldu.

Rızık endişesi hiç olmazdı. 1986 yılında babasından kalan topraklar satılmış Bayram Hoca da İstanbul’dan bir emlakçının yardımıyla iki arsa satın almış (2001-2002). Birinin park ve bahçelerden istimlâk olmasıyla babadan ayrı olan kız kardeşleri “hiçbir şeyin yok bir de babadan kalan bu yerleri hiç araştırmadan gittin aldın buralarda istimlâk oldu” diye sitem ediyorlar. Bayram Hoca ise “Ben o arsayı alırken Allah bilmiyor muydu oraların park ve bahçe olacağını, rızkım bu kadarmış ne yapayım” diyor. İkinci aldığı arsanın cadde üzerinde kalmasıyla kıymetli bir yer oluyor. Yine aynı kişiler (2004-2005) “Hoca’m biz sana verelim de bize de arsa al” diyorlar.

İslâm’ın geleceği ile ilgili sağlam adamlar, hocalar yetişsin ister. İyi bir hoca olmak amacıyla medreseye giden öğrencilerine “Önce adam olun, hoca olursunuz ama adam olamazsınız” öğüdünde bulunur.

Sık sık cemaatin ileri gelenleri tarafından hacca ve umreye götürülürdü. İlk haccını edebinden sadece zemzem ve hurma yiyerek tamamlamıştı. En son 2005’te umreye gitmiştir. Sohbetlerindeki ağlayış ve yakarışlar orda başlamıştı, gönlünü açarak sohbet etmeye devam etti.

Mekke ve Medine’de de ibadet ve kitapla meşgul olurdu. “Beni kimse dünya işleri ile meşgul etmesin” derdi. İnsanlar bazen alışverişe giderdi. Bayram Hoca’da fırsat buldukça kitap satan dükkân arardı. Oralarda her uğradığımız kitapçıdan onlarca kitap almadan çıktığını görmedim. Dönüşümüzde kafilede olanların yüklerinde hurma, battaniye, elektronik eşya, giyime kadar her şey vardı. Bayram Hoca’da ise kitap, zemzem ve birazda hurma.

Tatile çıkmadan son Mektûbât dersi bitiminde Bayram Hoca öğrencisine: “Sana bir soru, Hz. Mevlana nerde yatıyor?” deyince öğrencisi: “Malum Hoca’m Konya’da meftun” deyince “Yok, yanlış biliyorsun. Hazreti Mevlana burada yatıyor” deyip kalbini göstererek Mevlana’nın şu beytini okumuştur:

Vefatımdan sonra beni yerde arama,

Vefatımdan sonra benim kabrim ariflerin gönlüdür.

Eğitime Verdiği Önem

Meşhur Pazar sohbetlerini Yavuz Selim Camii’nde “Mektubat okumaları” şeklinde gerçekleştirir. 28 Şubat sürecinden sonra ise sohbetler İsmailağa Camii’nde devam eder.

Sohbetlerini hafız olduğu halde neden tercüme, ayet, hadis şeklinde sakin değil de; celalli, hiddetli yaptığı sorulduğunda “Ben sohbet etmiyorum orada cihad ediyorum, Rasulullah’ın kılıcı burada” diyerek insanlara ilim aktarmanın, irşadın önemini belirtir. Malezya’da bir üniversitenin kurulmasında görev verilmek istenmesine rağmen kabul etmeyip Mahmut Efendi’nin isteği üzerine İstanbul’da talebe okutur. Ailenin de Mahmut Efendi’ye bağlılığındaki aracı Bayram Hoca’dır. Onun önderliğinde cemaate dâhil olmuşlardır.

Bir gün Pazar sohbetinden sonra genç çocuklar gelip Bayram Hoca’ya “Hoca’m biz Tekirdağ’dan maddi durumumuz kötü olmasına rağmen geldik” demeleri üzerine Bayram Hoca da “Haftaya siz gelmeyin ben geleyim” demiş ve diğer hafta şahadetinden bir hafta önce Miraç kandilinin gündüzü gitmiştir. Böylelikle talebelerin tutumuna göre tavrını belirlerdi. Çalışkan, azimli veya pasif, tutarsızlarla ona göre konuşurdu.

“Allah-u Teâlâ bana cennete gir derse bakacağım kapıdan kitap var mı, kitap varsa gireceğim, yoksa girmeyeceğim” sözüyle kitap sevgisini mecazen anlatır, “Sevdiğin bir şey için ölmüyorsan sahte sevgidir. Onun için uğraşma” derdi.

Hiç boş yatmaz, yorulunca uyurdu ama gözünü açar açmaz abdest alır işiyle ilgilenir. Günde bin sayfa kitap okumayı hedefler, mutlaka bir cüz Kur’an okurdu.”

Ona maddi manevi yüksek mevkiler teklif edilmesine karşın adam yetiştirmenin çok önemli olduğunu söylüyor ve depolarda, atölyelerde insanlara, talebelerine ders okutuyordu.

Sohbete, derslere gitmeden önce mutlaka evde tekrar eder, öğrenciler derse geç kalınca da çok kızardı. Oldukça disiplinli, dakik bir insandı. Lafını esirgemez, kimseden çekinmezdi. Son zamanlarında ise sohbetlerinde alışık olunmayan tarzda duygusaldı. Vasiyet eder gibi konuşmasının yanında sık söylediği sözlerinden biri de “Sana taş atana sen ekmek at” vasiyetidir.

Hafız çocuklara –şitt lan buraya gel – tarzında edepsizce hitap edilmesine çok kızar Allah’ın kelamını taşıdıklarının hürmetine saygılı olunmasını tavsiye ederdi.

Özellikle edebiyata, Arap diline, divan edebiyatına ve şiir ezberlemeye önem verir, vaazlarında okurdu.

Çalışma olarak hep istediği düşüncesi: “ Şöyle büyük bir kütüphanem olsun, yanımda çalışan elemanlarım ve hocalarım olsun, fetvalar çıkaralım, hizmet edelim, kapalı durmayalım, akarsu gibi olup açılalım.”dır. Hiç boş durmayıp sürekli vaazlar vermesine rağmen “Dünyada pek bir şey yapamadım ama ahirette çok şeyler anlatacağım”, derdi.

Eğitime verdiği öneme dair sözleri:

Bir anne babanın çocuğuna, bir eğitimcinin, hocanın talebesine vereceği en kıymetli eğitim en kıymetli ders insanın mesuliyet sahibi bir varlık olduğunu ona anlatmaktır. Dünyada en ağır şey mesuliyettir. Kaneviçe işler gibi işlenmelidir.

İstişare edecek, danışacak adam olmayınca kendi yağımla kavrulmaktan başka çarem kalmadı, kendimi kitaplara verdim. Sen ilme varını yoğunu her şeyini feda etmediğin sürece ilim sana hiçbir şey vermez. Bu kadar nazlıdır.

İlmin alternatifi yoktur. Suya benzer varsa hayat vardır, yoksa hayat yoktur.

Aile Hayatı

Eşine “Cennete sensiz girmem” deyip, küçüklüğünden beri aile sevgisine hasretlik çektiğinden, dizine yatar “Beni sev” derdi. Eşiyse “Ona çocuk gibi bakardım” demiştir. Eşine karşı çok anlayışlıdır. Rahatsızlığı olmasına rağmen herkesi kendi psikolojisiyle değerlendirmeyi biliyordu. Gece 3’te bile olsa eşinin hastalığından dolayı dışarı çıkarıp gezdirdiği olurdu.

Çocukları çok severdi. Namaz kılarken odaya kimsenin girmesine müsaade etmezken torunları girdiğinde bir şey demez, önünden geçtikleri bile olurdu. Onları çok sever, yalayarak öperdi. Kendisi gibi yetim olduğu için gelinine de özel değer verir, “cici kızım” diye severdi.

Evde kimseyi rahatsız etmemek için parmak uçlarında yürürdü.

Kimsenin hatasını yüzüne vurmaz, onu idare ederdi. Çevresine sürekli sohbet, vaaz, dersler verirdi. Çevresindeki hırslı, fazla borçlu kişilere: Azıcık aşım ağrısız başım, oğluna da “Oğlum imzayla iş yapma, paran varsa yap, yoksa yapma” der.

2004 yılı ramazan ayında sürekli oğluna teravihlerde “İsmailağa’ya git, Mahmut Efendi’yi gör, gözün bir Allah dostu fotoğrafı çeksin, bu sana dünya ve ahirette en çok yarayacak olan şeydir” tavsiyesinde bulunur. 1 Eylül 2006’da Mahmut Efendi’yle görüşmeleri olmuş ve Mahmut Efendi Bayram Hoca’ya: “Sen İstanbul’un güneşisin.” demesinden dolayı çok mutlu olmuştur.

Hayatında en çok önem verdiği ayrıntılar kitapları ve Mahmut Efendi’ye duyduğu sevgisidir. En severek okuduğu kitap olan Kur’an-ı Kerim’i, her gün okumuştur. 1999 depremi olduğunda teheccüt namazı için abdest alıp kütüphaneye geçti ve yüksek sesle yasin-i şerif okudu. “Kur’an neyi emrediyorsa ben onu yapmaya çalışıyorum, kafama göre hareket etmiyorum.” derdi.

Son sohbetini dinleyenlerle ellerini açarak hep şahadeti istemiş, “Dedeler bedel verdi, bizim de bedel vermemizi nasip eyle Ya Rabbi!” diyerek bedeli de kanıyla ödemiştir.

İnsanlar arasında sürekli kütüphanesiyle ilgilenmesi, kitap okuması ve Mektûbât dersleriyle meşhur olduğu için “ayaklı kütüphane” lakabını alır. Evinin telefonları hiç susmaz, sürekli insanlar soru sorar, danışırlardı. Danışanlardan on dakika sonra tekrar aramalarını ister, aşağı kitaplara bakar cevabını söylerdi. Bildiği soruları bile yine de kitaplara bakarak cevaplamıştır.

Kürsüde neden bu kadar sert konuştuğu sorulduğunda, “Ben bir kişi için konuşuyorum, anlattıklarımı bir kişi anlasın o bana yeter ve muhtemelen o da kadınlardan çıkacak” der.

Çevresine karşı sert ve celalli bir yapısı olmasının yanında esprili ve şakalar yapmayı sever. Yoldan geçenlere takılır, espri maksadıyla manalı konuşurdu. İnsanlar kürsüde yanına gitmeye korkarlardı ama aslında bambaşka bir insandır. “Hayatta en çok korktuğum şey birinin kalbini kırmaktır. Kâbe’yi yık ama gönül yıkma” düşüncesiyle öfkesi bile farklıydı.

Çevresine verdiği öğüt sürekli “Adam olun, okuyun bu yolda devam edin” sözüydü. “Şehitlik” ise sık sık dillendirdiği kavramdı.

Abidin Bozyiğitbaşı Bayram Hoca’yla yaşadığı kitap anısını şöyle aktarır: Bir gün bana telefon açtı, “Sultanahmet’te bir kitap var onu al, gel” dedi. Ne kadardır diye soramadım. Gittim kitabı aldım getirdim. Yeni baba olan bir adamın kucağına çocuğunu vermiş gibi aldı, baktı baktı kitaba ve “Tamam oğlum, bunu ister zekâta ister fitreye ya da borca neye sayarsan say” dedi. 2005’te umreye gittiğimizde kalan riyaller vardı, bir daha gidersem kullanırım diye Hoca’m onları kütüphanede bir yere koymuş. Eşi o parayı almış ve beni çağırıp “Bu Bayram Hoca’nın kalan umre parası, sen de bunu umreye, hacca gittiğinde rahat rahat harca” dedi. Aldım parayı saydım, tam o aldığım kitabın değerindeydi. Neye sayarsan say demişti, ben hiçbir şeye saymamıştım öyle bırakmıştım. Giderken bıraktığı o riyaller kitabın borcu olarak bana geri geldi.

“Ben öldükten sonra arkamdan mehter marşı çalmalarını isterim” derdi. Bizde mehter çalalım mı çalmayalım mı diye muallâkta kalmıştık. Bir âlim der ki “Ben öldüğümde eğer şeker dağıtılırsa bilin ki şahadet üzere gittim.” Bayram Hoca da vefat ettiğinde bu şekilde yapılmasını istemişti. Biz de bayram havası gibi cenazesinde şeker dağıttık. “Âlimin mürekkebi şehidin kanından ağır basacak” demişti sohbetinde. Bayram Hoca’mın kanı da var mürekkebi de var.

Etiketler

#BayramHoca
×
KIYAMDER Whatsapp iletişim hattı.

Bizi takip edin

Mail listemize kaydolarak gelişmelerden haberdar olun.