Sene-i Devriyesi (20 Kasım 1624)

 

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i Elf-i Sânî Ahmed el-Fârûkî (Kuddîse Sirruhû)

Doğumu, İsmi ve Nesebi

İmam Rabbanî, İkinci bin yılın Müceddidi, Bedruddîn Ebü’l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilabidin el-Fârukî es-Serhendî. 14 Şevval 971’de (26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu.  Soyu 27. kuşaktan Halife Hazreti Ömer Radiyallahu Anh’a dayandığı için kendisine el-Fârukî denilmiştir. Dünyevi ve uhrevi ilimleri birleştirip hayatına tatbik etmek konusundaki son derece titizliği ve hikmet dolu sözleri ve yaşantısından dolayı kendisine İmam-ı Rabbânî denilmiştir. Babası, Çiştiyye ve Kadiriyye tarikatlarında şeyh idi. Bunun yanında babasının tasavvuf ve vahdet-i vücud ile alakalı birkaç kitabı bulunmaktadır.

İlim tahsili

Zahiri ve batınî ilimlerin ilk tahsilini babasından gördü. Daha küçük yaşlarda iken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Sesinin çok güzel olduğu ve Kur’an-ı Kerim’i çok güzel okuduğu aktarılmaktadır.   Bununla beraber, babasının elinde Çiştiyye ve Kadiriyye tarikatlarındaki seyr-i sülûkünü tamamladı.

Babasından tahsilini tamamladıktan sonra Siyâlkût’a giderek Şeyh Ya‘kūb Keşmîrî’den hadis, Kadı Behlûl Bedahşânî’den tefsir, Mevlânâ Kemal Keşmîrî’den aklî ilimler okudu. Bu sırada Kübrevî şeyhi olan hocası Ya‘kūb Keşmîrî’ye intisap etti. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. İcazetini aldıktan sonra memleketine döndü ve orada dersler vermeye başladı.

Ekber şah sarayında

Burada üç yıl boyunca dersler vermiş, zekâsı, ahlakı ve ilmî derinliği sebebiyle çevresinde namı yayılmıştı. İmam Rabbanî’nin Bu meziyetlerini duyan Bâbürlü hükümdarı Ekber Şah onu sarayına davet etti. Orada Feyzî-i Hindî ve Ebü’l-Fazl el-Allâmî isimli iki hoca ile dostluk kurdu. Bir müddet sonra, Ebu’l-Fazl’ın akılcı felsefeye çok önem verdiğini, hatta peygamberin gerekliliğini bile şüpheye düşürecek seviyede bir fikre sahip olduğunu gördü. Bu sebepten dolayı da onunla tartışmalara girdi. Sonrasında ise saraydan ayrılma kararı aldı. Fakat saraydan ayrılma sebebinin Ebu’l-Fazl ile olan ihtilafı olup olmadığı bilinmemektedir. Memleketine dönerken, Şanesar eşrafından olan Şeyh Sultan’ın kızıyla evlendi. Tedris ve seyr-i sülük faaliyetlerini memleketinde devam ettirdi.

Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhu) ile tanışması

 İmam Rabbânî 36 yaşında iken, 1007 senesinde babası vefat etti. Aynı sene içerisinde Hacc vazifesini yerine getirmek için Haremeyn’e doğru yola çıktı. Hacc’dan dönerken  Delhî şehrini de ziyaret etmek istedi. Orada Şeyh Muhammed Bâkîbillâh ile karşılaştı. Ona intisab edip yanında bir müddet kaldı. -Kendisinin de ifade ettiği gibi, Nakşibendî tarikatına müntesip olmakla bütün ruhî terakkileri elde etmiştir.- Sonrasında onun bazı müridleri ile birlikte memleketi Serhend’e döndü ve bir müddet inzivaya çekildi. İnzivadan çıkınca şeyhi Muhammed Bâkîbillâh ile mektuplaşmaya başladı. Bu mektuplar, onun Mektûbât’ındaki ilk 26 mektuptur. Şeyhine sadece mektup vasıtasıyla ulaşmamış, birkaç defa ziyaretine de gitmiştir.

Muhammed Bâkîbillâh (Kuddise Sirruhu) “İmam Rabbanî (Kuddise Sirruhu) nun kabiliyetinden memnun kaldığı bu öğrencisini, bir yakınına yazdığı mektupta şu şekilde takdir eder: “Serhind’den Şeyh Ahmed adında bir genç geldi. İlmi çok, her hareketi ilmine uygundur. Bu süre içinde onun hakkında şu intibaya sahip oldum. İnşâllah, o gelecekte, halka hakikatları açıklayan gerçek bir önder olacaktır.”

Son ziyareti sırasında şeyhi Muhammed Bâkîbillâh, iki çocuğunu zahiri ve batınî ilimler konusunda terbiye etmesi için İmam Rabbanî’ye teslim etti ve halifesi olduğunu ilan etti.

Zindana atılma hadisesi

1028 yılında Bâbürlü Hükümdarı Cihangir tarafından ‘mânevi makamının yüksekliği’ ve bilhassa sülûk esnasında ilk üç halifeyi aştığına dair iddialarından dolayı sorgulanmak üzere Govalyar kalesinde hapsedilir. Bunun bir iftira olduğu gayet açık olduğundan, onun sevenleri bu duruma çok tepki gösterirler. O da, ileride aktaracağımız üzere halkın herhangi bir kalkışmaya başvurmaması için dostlarına mektuplar yazmıştır. Artık halka yaptığı irşad ve davet çalışmalarının yanına devlet ricâli ve saray irşad dönemi de başlamış olur. Kaynaklarda bu mahpusluğun 3 yıl boyunca infaz edildiği bildirilen İmâm-ı Rabbânî, kamuoyunda oluşan infiale karşı dostu olan Şeyh Bedîüddin’e -gelecek günlerin hayra ve rahmete vesile olacağını hissederek- hapisten mektup yazarak şunları iletir:

“Fakir, bu kaleye getirilip hapsedilince ilk sıralarda, insanların eziyet ve cefalarını, birbiri arkasından gelen nur dalgaları, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Hâlimi alçaklardan, yükseklere bunlar çıkardı. Bugüne kadar senelerdir, Cemal sıfatı eğitimiyle benim mücadele merhalelerim kat ettirildi. Şimdi Celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu bakımdan belâ ve cefalara sabrediniz, hatta razı olunuz. Cemal ile Celâl sıfatlarını aynı biliniz.” Daha sonra serbest bırakılınca, Cihangir’in ricasıyla bir müddet devlet merkezinde kalıp ona danışmanlık yapar.

Hocaları

İmâm-ı Rabbânî’nin ilk tahsil çağları babasının gözetiminde olmuş daha çocuk yaşta iken Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş ve İslamî ilimlerin çoğunu başarılı bir şekilde bizzat babasından edinmiştir. Daha sonra Siyalkut şehrine giderek oranın ünlü âlimi Mevlana Kemal Keşmiri’nin ilim halkasına katılarak bazı aklî ilimleri okumuştur. Hadis ilmini Haremeyn’in büyük âlimlerinden Şeyh Hüseyin Harezmî Kübrevî’nin halifelerinden Şeyh Ya’kub Keşmirî’den almıştır. Kâdi Behlül Bedehşani’den İmâm Vahidi’nin (h.468) bütün eserlerini okurken tefsirde Kâdı Nasıruddin Beydâvi’nin eserlerini de okumuştur. Yine aynı âlimden İmam Buhârî’nin Sahîh, Sulâsiyyat, Edebu’l-Müfred, Ef’âlu’l İbâd ve Târih’ini okumuştur. Ayrıca Tebrizî'nin Mişkât’ul-Mesâbih’ini, Tirmizî'nin Şemail’ini, Suyûtî’nin Câmiu’s-Sağîr’ini, Busayrî'nin Kaside-i Bürde’sini ve meşhur Hadîs-i Muselsel’i okumuş ve bütün hu eserlerin rivayet ve icazetlerini almıştır. Zahir ilimlerinde en yüksek bir seviyeye ulaştığı gibi, Tasavvufta da, Çiştiyye, Kadiriyye tarikatlerinin Nisbet’inin eğitimiyle irşâd makamına oturduğunda henüz on yedi yaşındadır.

 

Talebeleri

İmâm-ı Rabbânî’nin vefatından sonra vekil olarak bıraktığı oğlu Muhamed Ma’sûm başka olmak üzere diğer talebelerin isimleri ise şöyledir:

  • Mîr Muhammed Nu’mân Bedahşî,
  • Bedreddîn Sirhindî,
  • Muhammed Hâşim Kişmî,
  • Şeyh Tâhir Lâhorî,
  • Şeyh Bedî’uûdin Sehârenpûrî,
  • Şeyh Nûr Muhammed Puntî,
  • Şeyh Hamid Bengâlî,
  • Şeyh Müzemmil,
  • Şeyh Adem Benûrî,
  • Şeyh Muhammed Tâhir Bedahşî,           
  • Mevlâna Abdülhâdî,
  • Şeyh Ahmed Diyûbendî,

Kelam ilminde müctehid oluşu

“Mebde’ ve Me’âd” risâlesinde şöyle buyurur: “Hallerim seyr-i sülûk menzillerinin orta mertebelerinde bulunduğu sıralarda, bir rüyada Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular: ‘Sen ilmi kelamda müctehidsin!’ Bu vakitten itibaren kelam meselelerinden her bir meselede bu fakirin özel bir re’yi(görüşü) ve husûsî bir ilmi vardır.”

Daha sonraki satırlarda ictihâdî meselelerde görüşlerinin, Mâturîdî imamlarının görüşleri ile örtüştüğünü ifade etse de, bazı mektuplarında farklı görüşleri olduğunu görüyoruz. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den intikal eden inanç şeklinden ibaret olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akîdesini muhafaza ve yayılması hususunda genişlemesine ve derinlemesine büyük bir gayret ve etki sahibi olduğundan, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin hususiyetle mektûbâtını bir Akâid ve Kelâm kitabı olarak telâkki etmek, yerinde bir tespit olacaktır.

Eserleri

İmâm-ı Rabbânî yaşamı boyunca toplam 16 eser kaleme almıştır. Burada bütün eserlerini zikredip, en önemli eseri Mektûbât’ı ayrı bir başlıkla ele alacağız;

  1. İsbât’ül Vâcib
  2. İsbât’ün Nübüvve : Eser, dönemin mucizenin inkârı ve vahyin imkânsızlığını iddia ederek nübüvvetin gereksizliğini ima etmek isteyenlere ve nübüvvete dâir yanlış fikirlere karşı önemli bir reddiye risalesidir. Arapça telif edilmiştir. Eserin Hakikat kitabevine ait 1994 İstanbul baskısı da mevcuttur
  3. Risâle-i Redd-i Mezheb-i Şî’a yahut Redd-i Revâfıd: İmam Rabbanî bu eserini henüz 26 yaşlarında kaleme almıştır. El yazma nüshaları ise Zübeyr Ahmed tarafından tespit edilmiştir. Risâle-i Redd-i Mezheb-i Şî’a, yahut: Redd-i Revâfıd olarak bilinir, aslı Farsça’dır. Şah Veliyyullah Dehlevi tarafından genişletilmek suretiyle Arapça’ya Risâlet’ün fi’r Reddi ‘ale’ş-Şî’a olarak tercüme edilmiştir. Bu önemli eser önceleri Mektûbât ile beraber basılmış, sonraları müstakil neşredilerek 1871’den beri 13 kez basılmıştır.
  4. Hâşiyet’ün Alâ Şerh’il Akâid’il Celâlî
  5. El Mebde ve’l Mu’âd (Mebde’ ve Me’âd) :Eser, tasavvufun seyru sülûk mertebelerini, Allah’ın zâtı ve sıfatlarını, sıfatın nevilerini, rü’yetullah ve Ehl-i Sünnet i’tikâdının önemi gibi bazı kelam konularını 61 bölümde işlemektedir. 1610 yılında tamamlanan bu eseri talebelerinden Muhammed Sıddîk Bedâhşî aynı yıl içersinde kitap haline getirmiştir. Eser Farsça ve kısmen Arapça’dır. Mebde’ ve Me’âd’ın Te’yîd’i Ehli Sünnet ile beraber Hakikat kitabevine ait baskısı bulunmaktadır. Eser ayrıca, Ma’ârif-i Ledünniyye ve Mükâşefât-ı Gaybiyye ile beraber İmâm-ı Rabbânî Risalelerî adıyla Necdet Tosun tarafından tercüme edilerek 2016 yılında İstanbul’da basılmıştır.
  6. Risâle-i Tehliliyye
  7. Risâle-i Cezb’u Sülük
  8. Me’ârif-i Ledünniyye: Seyru sülûk, varlık (vücûd), Allah’ın zâtı ve sıfatlarını 41 parçada ele alan bu eser Farsça’dır. 1606-1607 yılında tamamlandığı söylenir. Talebelerinden Hafız Muhammed Ali Khan tarafından yayınlanmıştır. Eser ayrıca, Mebde’ ve Me’âd ve Mükâşefât-ı Gaybiyye eserleriyle beraber İmâm-ı Rabbânî Risalelerî adıyla tercüme edilmiştir.
  9. Mükâşefât-ı Gaybiyye: Seyru sülûk ve varlık konularıyla ilgili Farsça bir eserdir. İmâm-ı Rabbânî’nin muhtelif zamanlarda ele aldığı 30 parça yazısı, onun vefatından sonra 1641 senesinde derlenip, meydana getirilmiştir. Eserin Mebde’ ve Me’âd ile Ma’ârifi Ledünniyye’yle beraber İmâm-ı Rabbânî Risalelerî adıyla baskısı mevcuttur.
  10. Risâle-i Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Hazret-i Hâce Bâkibillah
  11. Ta’likât’ul Avârif
  12. Risâle-i Âdâb’ul Murîdîn
  13. Risâle-i Hâlât-ı Hâcegân-ı Nakşibend
  14. Risâle-i Silsile-i Hadis: Hediyyet’ül Arifin ve el-A’lâm adlı kaynaklarda, bu eser İmâm-ı Rabbânî’ye atfedilirken, içeriğine dair bir bilgi bulunmamaktadır.
  15. Erbaîn Hadis: İmâm-ı Rabbânî’nin Erbaîn’i dışında hadis alanında müstakil telifi bulunmasa bile onun mücadelesi, irşad ve telkinleri, defaten vurguladığı sünnete ittiba fikri ile Hint Alt kıtasında sünnetin ve İslamî hayatın yeniden yerleşmesinde önemli rolü olmuştur. Devrinin tasavvuf dünyasında vahdet-i vücûd felsefesinin, siyaset dünyasında da Şîa düşüncesinin yaygın ve müessir olması sebebiyle İmâm-ı Rabbânî, eserlerini daha çok tasavvuf ve akaid sahasında yoğunlaştırmış, hadis konusundaki hizmetlerini teliften ziyade telkin ve irşad yönünde, bid’atlerin yerine sünnetleri ikame etme yönünde kullanmıştır.
  16. Mektûbât: İmâm-ı Rabbânî’nin en büyük ve ünlü üç ciltlik eseridir. Eserleri arasında ilk bu eseri basılmıştır. Farklı zamanlarda ve farklı insanlara çoğu Farsça, bir kısmı Arapça olarak gönderdiği mektupların toplanmasıyla bir araya gelmiş eserlerdir.[1] Mektuplar Ehl-i Sünnet inancı içerisinde kalmalarının temini için nasihat ve tebliğ yazıları, birçoğu da kendisine yöneltilen sorulara cevap niteliğindedir. Talebelerinin, mektupları kitap haline getirme düşüncesini İmâm-ı Rabbânî kabul etmiş ve ciltlere ayrılmasını bizzat kendisi talimat vermiştir. Birinci cildini öğrencisi Yar Muhammed Cedid Bedahşi Tarkani (Tâlekânî) derlemiştir (1616). Dürrü’l-Marifet adı verilen bu ilk ciltte (bedir ashabı sayısına denk getirilerek) 313 mektup ve oğlu Hacı Muhammed Sadık’ın yazmış olduğu üç ek bulunmaktadır. İkinci cildini öğrencilerinden Abdulhayy b. Hace Çakerhisari (Hisârî) toplamıştır (1619). Nuru’l-Halâık adı verilen bu ciltte (Esmâu’l-Hüsnâ sayısı olan) 99 mektup vardır. Üçüncü cildi de öğrencisi Muhammed Haşim Kişmî derlemiştir (1622). Misk-i Hitam adı verilerek sayı Kur’anı Kerim’in sureleri sayısına denk 114 iken, sonrası 10 ilave mektupla bu sayı 124 mektuba ulaşmıştır. Bütün eser 536 mektuptan ibarettir. Mektuplarda başta Kelamî konular olmak üzere, Tasavvufî konulara da yer yer uzun veya kısa olarak değinilmiş, zihinlere takılan problemler çözümlenmiştir.

İmam-ı Rabbânî gelen sorulara cevap verirken genelde önce o konuyu ayet(ler)le temellendirir ve bu temelleri hadis(ler)le örer, sonrasında ise sıraladığı kelâmı kibar ve şiirlerle süsleyerek, mektubu dua ve temennilerle bitirir. Ayrıca Mektûbât’ın iç eğitim maksadıyla üçte biri tekkeye yazılmıştır.

Eserin bilinen en eski yazma nüshası İslamabad’daki Gencbaş Kütüphanesi’nde olup 14 Muharrem 1056 (16 Kasım 1654) tarihlidir.

Mektûbât, Muhammed Murâd Kazânî Minzelevî Mekkî (ö. 1856) tarafından 1888’de Arapçaya çevrilerek ed-Dürerü’l-Meknûnâtü’n-Nefîse ismiyle 1899 senesinde Mekke’de basılmıştır. Türkiye’de elde en çok dolaşan baskı bu basımın İstanbul’daki çoğaltılanıdır. Aynı mütercimin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî adıyla 1969 tarihli Arapça-Farsça baskısı da mevcuttur. Mektubat, Farsçadan Türkçeye ilk defa Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin tarafından 1748-1751 seneleri arasında tercüme edilmiştir. Eserin Urduca ve İngilizce baskıları da bulunmaktadır.

Eser, Arapça tercümesi esas alınarak günümüz Türkçesine önce Abdülkâdir Akçiçek tarafından (İstanbul 1977), daha sonra üç kişilik bir heyet tarafından tam olarak çevrilip neşredilmiştir (İstanbul 2004).162 Eser ayrıca Ali Kara Hoca tarafından kırık mana diye de bilinen kelime tercümesi ön planda tutularak yedi cilt halinde neşredilmiştir. Mektûbât’ın bazı şerhleri, muhtasarları, indeksi ve bazı hadislerin tahrîci ile alakal çalışmalarda yapılmıştır.

İmam-ı Rabbânî’nin sünnet ve bid’at anlayışı

İmâm-ı Rabbânî “bid’at-i hasene” kavramına katılmaz ve doğru bulmaz. Onun bu yaklaşımı (ölünün başına sarık takılarak defnedilmesi gibi  döneminde karşılaştığı bazı yanlış uygulamaların bid’at-i hasene diye adlandırılmasından kaynaklanmış olabililir. Zira İmâm-ı Rabbânî sünnet ile bid’atı birbirine zıt kabul etmektedir. Bir yandan Hz. Peygamber’e tâbiiyyetle amel etme ve diğer yanda bid’atlerden aynı titizlikle kaçınma hususunu o şöyle açıklar: “Sünnet ile bid’at birbirine zıttır. Birinin varlığı diğerinin yok olmasını gerektirir. Elbette birini ihyâ etmek, diğerini imha etmek demektir. Sünnetin ihyâsı bid’atın imhasına, bid’atın ihyâsı sünnetin imhasına sebep olur.

İmâm-ı Rabbânî ayrıca haber-i vâhide karşı çıkanın küfrüne hükmedilmeyeceği görüşündedir. Ancak ona göre özellikle Hulefâ-yi Râşidîn ve sahâbenin faziletiyle ilgili âhad haberler birçok farklı tarikten rivayet edilmesi sebebiyle “manevî mütevâtir” kabul edilir. Dolayısıyla bunlara bütünüyle karşı çıkma küfrü gerektirir. Bu itibarla Ehl-i sünnet müçtehid ve alimlerinin “manevî mütevâtir” seviyesindeki rivayetlere karşı çıkmadığını belirtir.

Sünnete ittiba hususunda son derece hassas oluşu

Öte yandan İmâm-ı Rabbânî’nin sünnete ittibaya dair bir başka görüşü şekil ve surette bile olsa Rasûlüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in takip edilmesidir. Talebelerinden Kişmi onun şöyle dediğini aktarır: “Kendi saadetimi, işlerden bir işte O servere Sallallahu Aleyhi ve Sellem benzemekte bilirim. Bu benzeme isterse şekilde ve sûrette olsun, insanlar bazı sünnetlerde, geceyi ihyâ etme ve buna benzer niyetleri de dahil ediyorlar. Onların dar düşüncelerine şaşıyorum. Binlerce gecenin ihyâsını, bir mutâbeatın yarısına değişmem.” Bununla beraber Mektûbât’ın birkaç yerinde İmâm-ı Rabbânî sünnete ittiba vurgusunda Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sünnetlerine uymanın yanında tarikat şeyhine muhabbeti de belirtir.

 

Bazı âlimlerin ‘Mektûbat’ hakkında sözleri

Son devrin ünlü Osmanlı âlimlerinden, eski Medresetu’l-Mütehassisin Müderrislerinden Seyyid Âbdülhakîm Arvâsi (v. 1943)  Mektûbât’ı şöyle tanımlar: “Allahü Te’âla’nın Kitabından ve Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in hadislerinden sonra, İslâm kitaplarının en üstünü, en faydalısı Mektûbât kitabıdır.”

Vefatı

8 Safer 1034’te (20 Kasım 1624) vefat eden İmam Rabbanî Sirhind’de defnedildi. Ardında bıraktığı sayısız halife, sayısız hizmet ve tasavvufta çözüme kavuşturduğu birçok müşkil meseleden dolayı daha kendisi hayatta iken kendisine ikinci bin yılın müceddidi ünvanı verildi. Ayrıca, daha önceleri birbirinden çok farklı ve ayrı zannedilen zahir ve batın ilimlerini birleştirdiği için de kendisine Sıla (bitiştiren, kavuşturan) denmiştir. Allah kendisine Rahmet eylesin, bizleri onun ve bütün büyüklerimiz şefaatine mazhar eylesin…

 

[1] İmâm-ı Rabbânî’nin müridlerine ve dostlarına yazdığı toplam 536 âdet mektuptan oluşan bu eser Hint alt kıtasında çok defa basılan en önemli neşirlerden biridir. Önce Nûr Ahmed Emritserî’nin ta’lîkatlı neşri Amritsar’da 1327-1334 (1909-1916) yılları arasında dokuz fasikül hâlinde yayınlanmış, sonra bu neşir iki mücelled hâlinde Karaçi (1392/1972) ve İstanbul’da (1977) tekrar basılmıştır. Eser Osmanlı döneminde Müstakîmzâde Süleyman Sa’deddin tarafından Mektûbât-ı Imâm-ı Rabbânî adıyla ilk defa Türkçe’ye tercüme edilmiş ve yayınlanmıştır. Modern Türkçe’de yeni tercümeleri de bulunmaktadır. Muhammed Murâd Kazânî Minzelevî Mekkî (ö. 1856) tarafından Arapça’ya (Mekke 1317/1899), Zevvâr Hüseyin Şâh tarafından Urduca’ya (Karaçi 1988-1993) tercüme edilip yayınlanmıştır. Nasrullah Hûtekî tarafından Şerh-I Mektûbât adıyla Farsça olarak şerhi neşredilmiştir. Muhammed Saîd Ahmed Müceddidî tarafından el-Beyyinât Şerh-i Mektûbât adıyla Urduca olarak şerh edilmekte ve peyderpey neşredilmektedir (Gujranwala 2002). Mektûbât’ın detaylı bir indeksi Arthur F. Buehler tarafından Fehâris-i Tahlîlî-yi Heşgâne-i Mektûbât-ı Ahmed-i Sirhindî adıyla yayınlanmıştır.

×
KIYAMDER Whatsapp iletişim hattı.

Bizi takip edin

Mail listemize kaydolarak gelişmelerden haberdar olun.